31 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir Ayrılık .....

Ayrılık, boşanma, çocuklara etkisi gibi konularda bir çok yazım var. Bu yazılarımın bir çoğu da sadece kendi gözlemlediğim, dinlediğim, yaşadığım olaylardan kendimce çıkardığım notlar.

Aynı konuda bir çokta film var, çekildi, çekiliyor ve çekilecek.

Aynı konuyu işleyen bir çok ülke filmi seyretmişimdir, ama ilk defa bir filmden bu kadar etkilendim. Başta sevmeyeceğimi düşündüğüm ve yine yanıldığım bir film oldu BİR AYRILIK filmi. nedeni, Berlin Film Festivalinde, En iyi Film, En iyi Kadın oyuncu ve En iyi Erkek oyuncu  ödüllerini almasıydı, genelde bu tarz ödül alan drama filmlerini sıkıcı bulurum, bizde de aynı değil midir? Gişe Memuru ödül alıyor ama 15.000 kişi seyrediyor. Sevilmiyor nedense bu tarz ödül alan filmler, Bu film de onlardan birisi diye düşünmüştüm.

Film hakkında hiç bir araştırma yapmadığım için önce hangi ülke filmi olduğunu bile anlayamadım. Fas, Tunus gibi ülkeler geçti aklımdan seyrederken. Yazısını yazmaya karar verdiğimde araştırmasını da yaptım.

Film bir İRAN filmi.Asghar Faradi tarafından yazılmış ve yönetilmiş. Leila Hatami ve Peyman Moaadi oynuyor.

İran'da yaşayan bir çiftin ayrılığını anlatıyor ama bu ayrılığın içinde; baba sevgisi, çocuk sevgisi, ayrılık, boşanma, ve bu çerçevede gelişen olaylar anlatılıyor. O kadar güzel işlenmiş ki film, bütün bu olayları bir anda tüm detayıyla yaşıyorsunuz filmi seyrederken.

Kadının yurt dışına gidebilmek için çabası, erkeğin alzheimer olan babasını terk etmeyişi ve ona olan sevgisi, 13 yaşındaki kız çocuğunun anne ve babayı bir arada tutabilme savaşını seyrederken, diğer taraftan başlarına gelen bir olaydan dolayı İran'ın hukuki düzeninin işleyişi, polisi, mahkemeleri. Yani aslında film de yok yok.

Sizlere tavsiyem, bu filmi mutlaka izleyin. Eminim evli de olsanız, boşanmış ta olsanız, bekar'da olsanız, hepiniz filmin bir yerinde kendisini görecek.

Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, bu film İran tarihinde Altın Ayı ödülü kazanan tek film ve istatistiklere göre İran içinde ve Tüm Dünya'da toplamda 10 Milyon Dolar'lık bir getirisi olmuş, bütçesi ise 300.000 Dolar.

Sevgilerimle,
Haluk
31.08.2011 12:00

25 Ağustos 2011 Perşembe

Sekiz film yorumu ....

THE CONSPRIRATOR

Robert Redford'dan enfes bir film.

Seyrettiğim ve sizlere de aşağıda sunmaya çalıştığım 8 film içinde en iyi film diyebilirim. Amerika'nın iç savaş zamanlarının sonunda, Güney ve Kuzey arasında yaşanan iç savaş ve Abraham Lincoln'e yapılan suikast ve suikasttan sonra Kuzey'in öç alma girişimi ile hazırlanan mahkeme sahneleri. Gerçekten film sizi tamamen içine alıyor ve o günleri yaşıyorsunuz. Oyuncu seçimleri de oldukça iyi yapılmış. James McAvoy, Kevin Kline, Robin Wright gibi ustalar oynuyor. Kesinlikle tavsiye ediyorum.

THE WHISTLEBLOWER 

İkinci sıraya koyduğum bir film. Oldukça heyecanlı ve gerçeklerden esinlenerek hazırlanmış. Amerikalı bir polisin Bosna'da İnsan Hakları ve Birleşmiş Milletler için görev yapan bir Amerikalı Güvenlik Şirketinde karşılaştığı olaylar ile ilgili bir senaryosu var. Başrol de Rachel Weiz var. Seyrederken o dramı ekrana çok güzel yansıtmışlar.

Zaten bu Amerika'lıların kendi kendilerini eleştiren filmlerine gerçekten hayranım, gerçeklere dayandırılmış bu filmi seveceğinizi düşünüyorum ve kesinlikle tavsiye ederim.

BAD TEACHER 

Cameron Diaz ve Justin Timberlake filmin kahramanları. Açıkçası eğlenceli bir film olmuş ama ben nedense çok sevemedim. Bir okulda öğretmenlik yapan Cameron Diaz'ın güzelliği ile ilgi çekmeyi bekleyen bir film olarak gördüm. Hani biz de böyle bir film yapsalar eminim Öğretmenler ayağa kalkardı. Nasıl bir öğretmen bu kadar alçaltılabilir diye ama dediğim gibi filmin ana konusu öğetmenlik falan değil, Cameron ile Justın hayranları bu filme reyting yaptırır. Sabun köpüğü gibi bir film anlayacağınız, hani seyretseniz de olur, seyretmesiniz de.

REPEATERS

Beğendiğim filmler içinde, benzer bir konuda bir dizi seyretmiştim daha önce, bu sefer senaryo biraz daha farklılaşıyor ama heyecanı yüksek bir macera filmi. Şöyle özetlemek gerekirse; bugünü yarın tekrar yaşıyrosunuz  ve bu her gün tekrarlanıyor. Üç gencin başına gelen bu olayların onlara olan etkisi ve çılgınlıkların  alıp başını gittiği bir film.

Bence seyredin derim, ama hani kaçırsanız da çok üzüleceğiniz bir film değil diye düşünüyorum. Oyuncuları meşhur oyuncular değil.

IN TRANZIT 

1946 senesi 2. Dünya Savaşı bitmek üzere. Leningrad'da kadınların kontrolünde olan bir hapishanede yaşayan savaş esirleri ile ilişkileri anlatılıyor. Muhteşem bir film diyebilirim. Zaten bir isim söyleyince sizlerin de filmin kalitesine artı puan vereceğinizi düşünüyorum. John Malkovich. Ben bu adama hayranım cidden, muhteşem bir oyuncu. Oynadığı filmlerin içinde kalitesiz bir film olduğunu sanmıyorum. Bu filmde de yine güzel oynuyor. Konusu oldukça etkili, kesinlikle tavsiye ediyorum, mutlaka bulun seyredin derim.

KARAYİP KORSANLARI 

Bu sanıyorum 3 veya 4. serisi. Bugüne kadar en sevdiğim filmi bu oldu.En azından filmi biraz anladım, görsellikler eski serilere göre daha sadeydi. Johhny Deep yine almış başını gitmiş, bu rol sanıyorum onu artık ölümsüzleştirdi. Zaten kuvvetli bir oyuncuydu, şimdi daha başarılı oldu diye düşünüyorum.

Bu serisi de Ölümsüzlük Pınar'ın arayan İspanyollar, İngilizler ve Korsanlar arasındaki macera. Yani sıkılmıyorsunuz hatta eğleniyorsunuz, beğendiğim için tavsiye ediyorum. Gerçi ben vizyondan çok sonra seyrettim, bir çok kişi görmüştür belki bilemiyorum.

BENİM HİKAYEM 

Çok sevdiğim diğer bir oyuncudur Paul Giamatti. Bir çok film ve dizi de rol alan bu büyük oyuncunun yine güzel bir senaryoyu da, rolünü de çok başarılı buldum. Filmin diğer gizli kahramanı Dustin Hoffman.

Film geçmişini gözden geçiren, sevgilileri, evlilikleri, çocukları ve yapmış olduğu işlerin arasında geçmişini kendi kendine sorgulayan bir adamın hikayesi. Bir drama aslında. Ben çok Drama seven birisi değilim ama bu filmi sevdim, biraz karamsar, biraz sıkıcı ama yine de sevilebilir.

BECK 

Beğendiğim macera filmlerinden birisi. Çevre konusuna dikkat çekmek için eylemler planlayan bir grup ile bu grubun içinden bir kadınla ilgilenen polisin arasındaki ilişkiyi anlatan bir film.

Oyuncu seçimleri ve çekimleri oldukça iyi, bu arada bir Norveç filmi olduğunu anımsatmalıyım. Bulursanız alın seyredin derim.

Sevgilerimle,
Haluk
25.08.2011 15:30

Alo! Facebook'tan Arıyorum...



Dünyada ve Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren Rocco ve Turkcell, Facebook’ta cep telefonu üzerinden iletişimi başlattı. Rocco Sıkısakız için Turkcell altyapısı ile hazırlanan “Facebook’tan cep telefonu ile arama yapma servisi”ne sadece telefon numaranızı vererek dahil olabiliyorsunuz. Linke tıklayıp http://www.facebook.com/roccoloji kaydınızı tamamladıktan sonra uygulamaya kayıt olan herkesle Rocco’nun hediye ettiği 30 dakikayı kullanarak konuşabiliyorsunuz. Nasıl mı? İşte videosu...

Üyelerin telefon numaraları görünmediği için hem eğlenceli hem de çok güvenli olan Rocconnect Tıkla Konuş ile bedava konuşmak için Turkcell abonesi olmanız ve bir Facebook hesabınızın olması yeterli.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Torino Kefeni .....

Robin Cook'un kitaplarını çok severim, kendisi doktor olduğu için genellikle macera aksiyon romanları bu tarza yöneliktir. Onun NÖBET adlı romanını okurken dikkatimi çeken bir ayrıntısını araştırmak istedim. Romanda Alzheimer hastası bir senatör, Alzheimer'ı tedavi ettiğini söyleyen iki doktor ve Ameika'da izin verilmeyen bu yöntemlerinin Amerika dışında yasal olmayan yollardan uygulanması anlatılıyor. Cenin hücrelerinin beyne yerleştirilmesi gibi detaylar da var ve bunun için bir de DNA gerekiyor.

İşte bu noktada benim dikkatimi çeken ve önce senaryo içinde uydurulduğunu düşündüğüm ama sonrasında gerçekten var olduğunu okuduğum TORİNO KEFENİ devreye giriyor.

Senatör bu DNA'nın Torino Kefeni'nden alınmasını istiyor. Torino Kefeni'de yıllarca tartışması yapılmış olan İsa'nın kefeni olduğu ve üzerinde kanı bulunduğu iddia edilen bir kefen.

Önce senaryo gereği sanıyorsunuz ama değil, internette Torino Kefeni diye aradığınızda karşınıza çok ilginç bilgiler çıkıyor.

Vikipedi Torimo Kefeni hakkında şöyle bir bilgi veriyor; Torino Kefeniİsa'nın çarmıhtan indirildikten sonra sarıldığı iddia edilen sakallı bir adama ait önden ve arkadan silüetin olduğu keten kumaş.İlk kez 1350’lerde Fransa’da sergilendi. 1578’de İtalya’ya getirilerek Torino'da San Giovanni Battista Katedrali’nde muhafaza edilmeye başlanmıştır. Pek çok kişi bunun mucizevi bir şekilde olduğuna inanırken, kuşkucular sahtekarlık olduğunu düşünüyordu.1988 yılında kefenin bir kısmı karbon-14 yaş belirleme testine tabi tutuldu ve kefenin 700 yaşındaki keten bitkilerinden yapıldığı belirlendi. 1260-1390 arası bir tarihe ait olduğunun belirlenmesiyle gözden düşmesine rağmen, kumaş dini çevrelerde değerini hala korumaktadır.


Bir başka kaynak biraz daha açıklayıcı bilgiler veriyor; Torino Kefeni, 430 santimetre uzunluğunda ve 110 santimetre eninde büyük bir keten kumaş parçasıdır ve üzerinde -önünde ve arkasında- çarmıha gerilerek öldüğü anlaşılan bir insanın görüntüsü vardır. Yalnızca bu bile ilgi uyandırmaya yeterliyken, bunun İsa'nın kefeni olduğu iddiası (kilise yetkilileri bu iddiada bulunmamışlardır) bir tartışma konusu olmuştur. Bu iddia nedeniyle ayrıntılı bilimsel incelemeler yapılmış, uluslararası konferanslar toplanmıştır. 1978'de İtalya'daki Torino'da sergilenen kefen, üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Gelecek sergilerde bu sayının çok daha yüksek olacağı kuşkusuzdur.Torino Kefeni, gerçek bir bilimsel anormalliktir ve yıllardır yapılan bütün çözümlemelere ve sınıflandırma çabalarımıza inatla direnmektedir.


Özetle, bence de oldukça ilginç, ama sonuca bakacak olursanız Torino kentine bu kefeni görmeye sadece 3 milyon kişi gidiyorsa, kefenin sahibi gerçekten İsa değilse bile, turizm yönünden oldukça bereketli bir kefen olduğu aşikar :)

Sevgilerimle,
Haluk
15.08.2011 14:15

14 Ağustos 2011 Pazar

Zamanı öne çekmek ....

Bugün kime sorsanız size ZAMAN sıkıntısından bahsedecektir, zamanın yetmediğini, zamanın çok hızlı geçtiğini söyleyecektir.

Gerçekten haksız da sayılmazlar, manevi anlamda anlatabilmek için saatlerin, günlerin belki haftaların bile yetmeyeceği zaman konusun da somut olan tek şey var, o da 1 salise, 1 saniye bile öncesini tekrar yaşayamayacağız. Ne yaparsak yapalım, geçmişi tekrar yaşayamayacağız.

Bir dakika sonrasını da daha önceden yaşayamayacağımıza göre geriye bulunduğumuz an da ne yaşıyorsak o kalıyor bize. Ne kadar şikayet edersek edelim, bu gerçeği değiştiremiyoruz.

Bir kitapta okumuştum, bugün dahilerin, IQ'ları en tepelerde olan insanların, büyük buluş yapan bilim adamlarının da zamanı 1 gün için 24 saatti diyordu.

Hani Dünyanın her ülkesinde, her ırkında, her kaviminde ortak olan tek şey sanırım ZAMAN. Herkes için zaman aynı, 1 gün 24 saat, 1 saat 60 dakika ve 1 dakika 60 saniye.

Bunu hepimiz bildiğimiz halde o zaman ZAMAN'dan neden şikayet ediyoruz? Zaman bize bağlı değil, o biz nasıl kullanırsak kullanalım geçecek, zaman size yetişmediğinde size ayrıca bir zaman verilmeyecek. Siz de başkası için ayrılan bir zamanı yedek olarak kullanamayacaksınız.

O zaman bizim yapmamız gereken, zamanı iyi kullanmak, işte buna kimse karışmıyor. Örneğin bir Pazar günü;  Siz evinizde uyurken, birileri spor yapıyor, birileri yürüyüş, kimi denize giriyor, kimi sinemada, kimi yemek yiyor, kimi sevişiyor. Aynı zamanı herkes kendi istediği gibi kullanıyor. Bir Pazar gününün yarısını evinde uyuyarak geçiren bir insan, hiç spor yapamıyorum, zamanım olmuyor demesi mantıklı olmuyor, çünkü birisi o zamanı uyuyarak, diğeri spor yaparak geçiriyorsa burada tercihler söz konusudur. Zamanın yetmemesi değil, zamanı kullanmaktır.

Aynen ilişkilerde olduğu gibi, ZAMAN ilişkiler içinde önemli bri kavramdır. Bu sözü ben mi uydurdum veya çok eskilerde duydum da kendimin gibi sahiplendim mi bilmiyorum. ben yaşamın her noktasında ZAMANI ÖNE ÇEKMEYE çalışmayarak yaşadığımı düşündüm. Zamanı öne çekmemek demek, kadercilik anlamında değil, yanlış anlama olmasın, sadece bazı şeyleri Zamana bırakmak.

İlişkilerimiz de hele başlarda bazı şeyleri çok hızlı yaşarız. Beğeni duygumuz, hoşlanma duygumuz çok ön planda olur, birisi ile yaşadığımız heyecan bizim başımızı döndürür. O kısacık sürede sevdiğimiz kadar sevilmeyi, beğendiğimiz kadar beğenilmeyi isteriz ve bu o kadar baskın bir duruma gelir ki, zamana ve sevginin doğal gelişimini terk eder, mantık-kalp terazisinde kalbi baskın hale getirir. Bu da belki zaman içinde gerçekleşebilecek bazı olayları öne çekmemize neden olur.

Zamanı öne çektiniz mi, geriye veremezsiniz. Zamanı gelmeden yaşanan her ilişkinin veya ilişkinin her devresi gelişimini tamamlayamayan bebek gibi olur, premature doğar ve kısa zamanda da ölür.

O yüzden bence zamanı öne çekmeye çalışmamak gerekir, bazı şeyler zamana bırakmak ve doğallığında yaşamak güzeldir, doğrudur. Bakın heyecanlıdır demiyorum ama heyecanla alınan-verilen kararlar zamanın içinde kendisini bitirebilir.

Zamanı öne çekmediğimiz ve her şeyi zamanında ve kendi doğallığında yaşadığımız bir dünyaya ......

Sevgilerimle,
Haluk
14.08.2011 15:00

Değişim sancıları ..

Bir çok yazımda kendimce kadın-erkek ilişkilerine değinmişim, yorumlar yapmışım.

Yazı yazmaya daha önce de belirttiğim gibi 40 yaşımdan sonra başladım, aktif olarak son 6 7 senedir yazmaya çalışıyorum. 6 7 yıl önce yazdığım yazıları ara sıra geri dönüp okuyorum, hani o günden bugüne benim görüşlerimde veya yaşanılan olaylarda farklılıklar var mı? Ben değişiyor muyum, yaşayan insanlar değişiyor mu? Yaşanılanlar değişiyor mu?

Tabi bunun bir değerlendirme. ölçme, değişimi somut gösterebilecek bir kriteri yok. Bunu ancak ben kendi gözlemlerimle, değerlendirmemle anlayabilirim.

Gördüğüm, ne kadın, ne erkek değişmiyor. 7 sene önce 13 14 yaşında olan kızlarımız, erkeklerimiz bugün 20 21 yaşında delikanlılar, 30+ lar, 40'lara, 40+ olanlar 50'ye yaklaşmış. Çevremde o zaman yalnız olan hala yalnız, aşk arayan hala arıyor, en azından yakın çevreme, dostlarıma baktığımda boşanma veya ayrılma oranının sevgili olma veya evlenme oranına büyük fark attığını görüyorum.

Değişmeyen tek şey değişim fikrini kabul etmekle birlikte bu neden değişmiyor? Bir çok olay yaşıyoruz, olgunlaşıyoruz, tecrübelerimizi arttırıyoruz, hatalar yapıyoruz ama değişmiyoruz. Değişime inandığımız halde bu değişimi kendimizden ziyade etrafımızdan bekliyoruz. Kendi doğrularımıza hala çok bağlıyız.

Bunu doğru veya yanlış olarak değerlendirmiyorum, sadece son 7 senede değişim açısından artıya giden bir şey görmediğimi belirtmek istiyorum. Belki bu da doğal, çünkü değişim inançla başlar, bu değişimin gerekli olduğuna inanmakla başlar. Gerekli olduğuna inanmadığınız sürece 7 sene değil, 70 sene de geçse değişmiyoruz demek ki.

İlişkilerimizin bitmesi de artık eskisi kadar korkunç gelmiyor, her geçen gün yaşadığı hayattan mutsuz olduğunu düşünen kişilerin sayısı artıyor. Kimi bunun için adımlar atıyor, kimi atmak için zamanı kolluyor, kimi de istese de bu adımı atamayacağı için mutsuz yaşamına devam ediyor.

Bu mutsuz yaşamların yanında kuşkusuz keyifli, mutlu, huzurlu birliktelikler, evlilikler yaşayan insanlar da var. Birbirlerine saygılı, sevgi dolu yaşamlar da var. olumsuz ve karamsar bir tablo çizmek değil amacım, sadece kendimce bir mukayese yaptığımda çok bir gelişme görmediğimi anlatmak istedim.

Türkiye'de ne olumlu gidiyor ki ilişkiler olumlu yönde gitsin diye de düşünebilirsiniz, haksız bir düşünce olmaz. Siyasetin, Terörün, Ekonominin, Sporun, Uluslararası olayların, İç şavaşların bu kadar etken olduğu ve hayatı direk etkilediği bir ortamda insanlar arası iletişimin o kadar kolay olmayacağı aşikar.

Yine de bütün bu olumsuzluklara rağmen değişime inancımı kaybetmedim, değişimler sancılıdır, değişimlerin maliyeti vardır, belki de şimdi bu sancıları çekiyoruz, önemli olan insanlığımızı kaybetmeden, saygılı bir toplumda, sevgimizle yaşayabilmek, bunu beceren bir çok insan var, bu insanların artması dileğimle ...

Sevgilerimle,
Haluk
14.08.2011 14:00

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Esra Ceyda Kardeşler Yardım Fonu Oluşturdu




Reklamlardan ve sosyal medyadan renkli kişilikleri ile tanıdığımız Esra ve Ceyda kardeşler (nam-ı diğer Cicişler), bu sefer partilerin değişmeyen cipsi Ruffles’ın yeni çıkardığı Burger King tadındaki ürünü için kamera karşısına geçti. Çılgın bir parti ve koşturmaca içinde başlayan hikaye bizi bazı seçim ve yollara sürüklüyor. Senaryo gereği yanımızda para olmadığından otostop çekmeye başlıyoruz ve kendimizi birden Esra ile Ceyda’nın otomobilinde yardım isteyen bir otostopçu olarak buluyoruz… İşte Esra ve Ceyda’nın gençlere yardım ettiği enteresan hikayenin en ilginç bölümü aşağıda, seçimleri yaparak hikayenin devamını izleyebilirsiniz…

İşin en eğlenceli kısmı, Esra ve Ceyda kardeşler ile konuşabiliyor olmamız… Cep telefonumuzu verdiğimiz anda Esra ve Ceyda kardeşler bizi arıyorlar ve şanslıysak yardım etmek için cebimize 60 dakika ve 100 mb internet paketi yolluyorlar.

Ayrıca numarayı geri aradığımızda Esra ile Ceyda’nın komik ve bir o kadar enteresan muhabbetlerini dinliyoruz. Üstelik her aramada başka bir muhabbet çıkması da ayrı bir güzellik olmuş…

Benden de size bir kolaylık: Oyuna en kestirmeden bu linkten ulaşabilirsiniz http://www.facebook.com/rufflesturkiye


Bir bumads advertorial içeriğidir.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

" Opus Dei " ve " There be Dragons " filmi .....

Ve yine seyredip ardından beni araştırmalara iten ikinci filme geliyorum. Aslında filmi alıp elime baktığımda saçma sapan bir film diye düşünmüştüm, ama film ayırt etmediğim için seyredeyim dedim ve açıkçası mıhlanıp kaldım filme.

Neden mıhlanıp kaldığımı anlatacağım.

Filmin adı There be Dragons, türkçeye Devlerin Günahı diye çevrilmiş, bir İspanyol filmi.   Wes Bentley, Charlie Cox ve Olga Kurylenko oynuyor.Filmin konusu kısaca şöyle;

Londra’lı gazeteci Robert Torres (Dougray Scott) 1982 yılında İspanya’yı ziyaret ettiğinde Katolik bir grup olan Opus Dei’ye ait bir kitap hakkında araştırma yapmaktadır. Robert araştırmasının bilgilerini aldığı babası Manolo Torres (Wes Bentley) ile konuşurken acılı bir hikayenin kahramanları ile tanışır. Manolo’yu Opus Dei’ye bağlayan kaynak grubun kurucusu Josemaría Escrivá (Charlie Cox)’dır. Hikaye yirminci yüzyılın başlarında iki çocukluk arkadaşı olan Manolo and Josemaría’nın hayatlarının yollarının ayrılması ile başlamıştır.Josemaría’nın sevgi dolu ailesi trajik bir şekilde ölünce kilise tarafından yetiştirilir ve vizyon sahibi genç bir papaz olur. Manolo ise soğuk karakterli zengin bir endüstri devinin oğludur. 


İspanya’nın iç savaş ile ikiye bölündüğü günlerde Manolo Nasyonalistler ile birlik olur ve Cumhuriyetçilerin içine bir ajan olarak sızar. 


Ajanlık yaptığı bu iki taraflı hayatında genç ve güzel bir Macar olan İldiko’ya (Olga Kurylenko) duyduğu derin aşk ve kıskançlık herşeyi daha da karmaşık hale getirecektir. İldiko ise cumhuriyetçilerin cesur lideri Oriol (Rodrigo Santoro) ile aşk yaşamaktadır. Bu sırada Madrid’de bir yerlerde genç rahip Josemaria bir grup katolk idealist genci bir araya getirmiştir.


Benim mıhlanıp kaldığım nokta ise filmde adı geçen OPUS DEI. Bi rçok filmde ve Dan Brown'un romanlarında sıkça duyduğumuz bir örgüt. Hani şu kendine eziyet edenler, işkence edenlerin örgütü gibi. Opus Dei lafının da nereden geldiğini ve nasıl kurulduğunu izliyorsunuz.

Bu açıkçası bir tarihin nasıl kurulduğunu gösteriyor, peki Opus Dei neyi savunuyor? İşte burada işler biraz karışıyor çünkü işin içinde Vatikan var, Papalık var ve bazı ülkeler bu Opus Dei'yi terörist olarak görüyor, teröre destek verdiğini ve din için yapmayacakları hiç bir şeyin olmayacağını savunuyor. Bununla birlikte kanıtlanmış hiç bir şey yok.

Anımsadınız mı dan Brown'un romanlarından Opus Dei'yi, işte filmde bu örgütü kuran papaz Josemaria Escrivia'nın hayatını da görüyorsunuz.

Ben çok beğendim bu filmi, elinize geçerse seyredin derim, oyuncu seçimleri ve çekimleri de çok güzel. İyi seyirler.

Sevgilerimle,
Haluk
10.08.2011 14:00

1940'ların Türkiyesi ve 72. Koğuş

Genelde çok beğendiğim filmleri tek tek ele alıyorum ki filmden de bazı dersler veya bilgileri daha iyi özümseyeyim ve bunu sizlere de aktarabileyim. Bugün size dün seyrettiğim 72. Koğuş filminden bahsedeceğim.

Baş rollerini Hülya Avşar, Yavuz Bingöl, Kerem Alışık ve Songül Öden paylaşıyor, yönetmen Murat Saraçoğlu ve bir çoğunuz biliyordur Orhan Kemal'in bir eserinden uyarlama.

Öncelikle şunu ifade etmeliyim, romanı okumadım, o yüzden de filmin başında gösterilen sahneleri çok abartılı buldum, yok artık amma abartmışlar dedim, sonrasında yavaş yavaş film beni içine aldı, seyrettiklerimin acaba ne kadarı doğru dedim, gerçekten bir abartı var mı? İnternette araştırma yaptım, Orhan Kemal'i, romanını ve daha da önemlisi gerçekten o günlerde durum böyle mi diye düşünerek araştırdım.

O günler dedim, o günler ne zaman peki? İsterseniz onu filmin arkasında yazan özeti sizinle paylaşarak açıklayayım.

1940'lı yıllar, II. Dünya savaşı'nın etkisindeki Türkiye'nin kıtlık yılları. Cezaevinin 72. Koğuşunda çeşitli suçlardan yatan Adembabalar..İnsan insanın kurdudur dercesine, acıları, insanlığa özlemi, hayata dair düşleri, onuru, aşkları ve kavgaları içerisinde dipsiz bir çukurun içini görüyoruz. En yakınını üç kuruşa satabilecek kadar alçalmışların ve üç kuruşunu sonuna kadar paylaşabilenlerin dünyasıdır bu çukur. 72. Koğuş bir insanlık öyküsüdür ve kaybettiğimiz değerleri bir tokat gibi yüzümüze anımsatır. ( resim 1940 senesinde Çankırı hapishanesini gösteriyor )

Çok güzel değil mi tanımlama, 1940 sonrasında yaşananlar bunlar. Peki bilen bilsin o zaman kısaca Orhan Kemal kimdir, çok kısaca da ona değinelim. Bunun için tekrar vikipedi'ye başvuruyoruz.

15 Eylül 1914 doğumlu Orhan Kemal, babası siyasal nedenlere Suriye'ye kaçınca o da orta öğrenimini bırakıp Suriye'ye gitmiş, bir sene sonra da Türkiye'ye geri dönüp çeşitli yerlerde işçilik yapmış. 1938'de solculuk yapmaktan içeri alınmış, 1940'da Bursa cezaevinde Nazım Hikmet ile tanışmış, ondan ders almış. 1943 yılında hapisten çıkıp evine Adana'ya dönmüş, ilk çocuğuna da Nazım adını vermiş, dört çocuğu olmuş, 72. Koğş'u da 1967 yılında yazmış. Onlarca eseri var, 1970 yılında tedavi için gittiği Sofya'da da vefat etmiş. Adına konulan ödüller, eserler, yarışmalar var bir de müzesi var.

72. Koğuş'u seyrederken içiniz karamsar duygularla kaplanacak, hüzünleneceksiniz, bazen abartmışlar diyeceksiniz ama benim incelediğim gördüğüm kadarıyla çok ama çok başarılı işlenmiş. Hülya Avşar, Yavuz Bingöl ve kerem Alışık mükemmel oynamışlar.

Özetle, seyredin, beğeneceğinizi düşünüyorum.

Sevgilerimle,
Haluk
10.08.2011 13:05

7 Ağustos 2011 Pazar

Batıl inançlarımız ....

Geçen gün Friendfeed'de arkadaşlarımızla sohbet ederken, aklıma geldi, bir çok farklı konuyu tartışabildiğimiz bu ortamda acaba Batıl İnançları olanlar var mıydı? Ne tür batıl inançlar vardı? Konuyu açtım, sağolsunlar onlar da oldukça itibar ettiler ve 105 yorumla bitirdik Batıl İnançlar konusunu.

Batıl İnançlar deyince aklımıza ne geliyor?

Ben her zaman yaptığım gibi bir numaralı yardımcım Vikipedi'ye başvurdum. Bir anlatsana dedim, nedir bu Batıl İnanç konusu. Anlattı, şöyle diyor Vikipedi;


Batıl inanç ya da boş inançmantıksal bir temele dayanmayan inanç ve davranışlara denir. Bazen, nedenini bilmediğimiz davranışlarda bulunur ya da sözler söyleriz. Yolculuğa çıkan birisinin arkasından yere su dökmeyi, merdiven altından geçmemeyi, gece tırnak kesmemeyi, aksıran birisine "Çok yaşa!" demeyi bunlara örnek olarak verebiliriz.
Batıl inaçların kökenini, eski paganist inançlarda aramak gerekir. Bu çağlardan kalma batıl inanç dediğimiz alışkanlıklar devam etmiş, oysa bir zamanlar bunları anlamlı kılan inançlar çoktan unutulup gitmiştir. 
Batıl inançların büyük bir bölümü efsanelere dayanır. Bazıları çok eski tarihlerden gelen boş inançlara ilişkin yalnızca bazı varsayımlarda bulunabiliriz.

13 rakamının uğursuz olduğu batıl inancının ise, eski İskandinavların dinlerindeki bir öyküye dayandığı sanılmaktadır. Bu öyküye göre, düzenbaz tanrı Loki, öbür 12 tanrının katıldığı bir şölene 13. olarak gitmiş ve eğlenceyi bozmuştur. Bu olayın yol açtığı kavga, İskandinavların en gözde tanrısı Balder'in ölümüyle sonuçlanmıştır. Bu batıl inanç hâlâ öylesine güçlüdür ki, bazı kimseler 13 kişiyi aynı masaya oturtmaktan kaçınır. Bazı ünlü otellerde 13 rakamı taşıyan oda ve kat yoktur.
Anadolu'da halk arasında boş inançlara günümüzde de rastlanır. Bunlardan birkaç örnek şöyledir: Sabahleyin evden ayrılırken eşikten sağ ayak önce atılarak çıkılır. İlk rastlanılan kişinin toplumsal durumu ve halk arasındaki itibarına göre işlerin rast gidip gitmeyeceği konusunda yorumlar yapılır. Esnaf, o gün işlerin iyi gitmesi için siftah parasını yere atar ya da yüzüne sürer. Birine kesici alet verilirken düşmanlığa yol açmasın diye üzerine tükürülür. Akşam tırnak kesmek iyi sayılmaz. Ay tutulması ve Güneş tutulması sırasında silah atılıp, teneke çalınarak önlerini kapatan cin-peri topluluğun kaçırılabileceğine inanılır.
Daha fazla bilgi verip sizleri sıkmayayım, gördüğünüz gibi MANTIKSAL bir TEMELE dayanmayan şeyler, EFSANELER falan deniyor, peki bakalım bizim içimizden insanlar ne yorumlar yapmışlar, inananlar var mıymış, onların kendi anlatımları ile sizlere buyurun bazı batıl inançlar  ve uygulamaları ....

- ben nazara çok fazla inanıyorum. - Pınar
- Elden ele kesici aletler vermem mesela. Dargınlığa sebep.. Aklıma gelirse yazarım gene. - mehtap
- ayna kırılması vardır batıl inanç olarak bende - Metogirl*
- tahtaya yada sert zemine vurma işlemi . :) sacma oldugunu bilmeme ragmen bazen kendimi bunu yaparken buluyorum .. " amaaan mazallah " diyerek :) - "Only" VY ♀
kara kedi :D - Cute Curute Kosovalı
- gece tırnak kesme,makas veya bıçagı yere koy oradan alırım... - Hakan
- parmak çıtlatmanın şeytan'ı tesbih ettiğine inanılması, kırık tarakla saç taranmasının farkirlik getirdiğine inanılması,şeytan okur die kitabı açık bırakmamak, en bilineninden sol kulağın çınlayınca hakkında kötü konuşulduğunun akla gelmesi, 13 sayısının uğursuzluk getirmesi vs vs :))) ben bunlardan sanırım bi tek tahtaya, taşa vurma'yı uyguluyorum :) - LovesComesAgain
- kırılan bir eşyayı üçlemek evdeki nazarı alır. - mehtap
- bardak ,ayna vb sadece çatladıysa tuz buzz olana kadar kırmak - Yılmaz GÖN
- belki şaçma olacak ama gözümün atmasına takılırm ve kötü şeyler yaşarım bu da benim batıl inancım ama gerçek payı var. belkide öyle şartlandırmışım kendimi. - elet
- Kız çocuklarının gögüslerine tas kapama olayı :)) - "Only" VY ♀
- düşününce ne çok inancım olduğunu fark ettim :) mesela, tahtaya ya da duvara vurma: istenmeyen kötü bir olay duyduğumda ya da aklıma geldiğinde mutlaka tahtaya-duvara elimle tokmak gibi üç kere vurup, içimden "şeytan kulağına kurşun" der kulağımı çekerim, tahtaya vurmanın kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir Şaman inanışı olduğunu okumuştum.. pis suyun üstünden geçerken içimden 3 defa "destur" derim.. evde şemsiye açıp başımın ütüne koymam uğursuzluk getireceğine inanırım, çantamı yere koymam bereketinin kaçacağına inanırım.. gibi :) - iyi kız
- enseden öpmek ayrılık mı getirir mi bak onu ilk defa duydum - TuyKalem
- onun duası var.. o duayı okuyup yastığın altına anahtar yada yüzük koyacaksın. istihare duasıdır adı da.. o gece evleneceğin kişiyi görüyormuşsun. - Aşkpirin

- Başımıza gelmesin tarzında Allah korusun dedikten sonra önce kulağımı çekip sonra sert bir zemin ki en makbulü tahta olarak görülür, vururum ya da vurarım. - AsiaMinor
- kimsenin elinden bıçak almam-vermem.yoksa kavga edip küseceğimize inanırım.nazara inanırım üç kere tahtaya vururum.ayna kırmamaya dikkat ederim. - null

Daha bir çok yorum, ben aralarından seçip aldım :)) Gördüğünüz gibi yüzlerce batıl inanç var, aramızda bunlara inanan da var, inanmayan da, uygulayan da var, uyugulamayan da ama bir gerçek var ki, o da BATIL İNANÇ diye bir şey çok ama çok eski zamanlardan beri var :))

Friednfeed'deki arkadaşlarıma yorumları için teşekkür ederim.

Sevgilerimle,
Haluk
07.08.2011 23:30

10 film yorumum .....

Bu hafta içinde ve hafta sonu bir sürü film seyrettim. Bunların içinden 10 tanesini sizler için seçip kısaca yorumladım.

LODOS 

Filmi aslında alalı bir kaç hafta oldu ama bir türlü sıra gelmedi, filmi seyretmeye başlayınca da şaşırdım, çünkü çok sevdiğim arkadaşlarım Münire & Michael Armstrong tarafından yapılmış. Lodos adının filme verilme nedenini bilmiyorum ama seyerttiğim bir çok filmden daha güzel buldum. Yedi farklı karakterin canlandırıldığı film, kadına şiddeti de işlemekte. Filmde modern dünyanın yalnızlaşmış  ve yabancılaşmış insanlarını anlatıyor.

Türkiye'de gişelerde ne oldu veya olur bilmiyorum ama bir çok festivale katılacaktır.

KAĞIT 

Sinan Çetin'in filmi. Açıkçası Sinan Çetin'in görüşlerini ve yaklaşımlarını çok beğenen birisi değilim ama sinema filmleri güzel oluyor, Kağıt farklı bir konu işlemiş, eskiden de bugün de hepimizin başının derdi olan bürokrasinin insanlar üzerindeki etkisini işlemiş. Diyaloglar keyifli, zekice hazırlanmış. Oyuncular çok iyi seçilmiş, cast'ı kim anımsayamadım ama Ahmet Mekin - Ayşen Gruda gibi oyuncular filme renk katmış. Beğendiğimi söyleyebilirim.

VAY ! ARKADAŞ 

2010'un filmlerinden ama ben saha yeni seyrettim. O zamanlar hakkında bir kaç güzel yorum okumuştum ama filmi seyrederken o kadar başarılı bulmadım. Oyuncular gayet iyi belki ama çekimleri kopuk kopuk buldum. Burada da işin üstadları rol alıyor, Mustaf Üstündağ ve Rasim Özetkin gibi. Konusu İstanbu'Lun varoşlarında yaşayan Manik, Tik ve Dildo'nun maceraları, unutmadan söylemek lazım ki demet bu filmde oynuyor ama özel bir yeteneğini görmedim. Yine de hani yarısında bırakıp çıkacağanız bir film değil.

BEYOND 

Yabancı filmler içinde son zamanlarda seyrettiğim güzel dramalardan birisi ki çok fazla dram seyretmem aslında. Bu filmde Noomi Rapace'in oyunculuğuna bayılacaksınız, bu kadın bence gelecekte çok daha iyi rollere çıkacak. IMDB puanı da 10 üzerinden 8 olan filmin konusu; annesi ile uzun süredir konuşmayan Noomi'ye hastaneden annesinin çok hasta olduğunu bildiren bir telefonla geçmişe dönüşü anlatılıyor. Filmi seyrederken çok fazla hayalci gelmiyor, alkolik baba, kadına şiddet, bakıma muhtaç çocuklar ...Biraz üzücü bir fim ve çok başarılı.

SULTANIN SIRRI 

Film ilginç bir film, bence son derece kalitesiz çekimlerine rağmen konusu enteresan ve oldukça da yabancı destek almışlar.Film II: Abdülhamit'e ait bir sırrın peşinden koşan Amerikan ajanları ile Türk ajanların ve Müze Müdürülüğünün macerasını anlatıyor. İstanbul'un yer altında geçen filmde 1200 yıllık dokusu bozulmamış ve girilmemiş dehlizler anlatılıyor ve işin ilginci bu dehlizler gerçek, bir çoğu hala bilinmiyor bile. Seslendirmenin de çok kötü olduğu filmim bir kaç ilginç noktası daha var. Türk ajanları, fetva veren hocalar, Ermeniler ...neyse filmin seslendirmesine katlanabilirseniz, seyredebilirsiniz.

RIO 

Süper bir animasyon, gerçekten bayıldım, seslendirenler de çok usta. Animasyon zaten Buz Devri'ni yaratanlar tarafından yapılmış. Nesli tükenen papağanlardan sadece iki tane kalınca kuş bilimcilerin bu iki papağanı birleştirmek için verdikleri çaba ve Rio macerası çok güzel aktarılmış, seçilen müzikler de harika. Ben çok beğenerek seyrettim :) Eğer seyretmediyseniz elinize geçerse mutlaka seyredin derim.

MES CHERES ETUDES

Tam Türkçeye nasıl çevrilmiş bu film bilmiyorum adını ama film erotizm konusunu oldukça öne çıkarmış durumda.

Çekimleri  çok kaliteli olmasa da konusu ilgi çekiyor. Üniversiteye giden bir kızın harçlığını ve harcamalarını karşılamak amacıyla yaşamış olduğu sosyal medya ilişkilerini içeriyor. Arkadaşlık siteleri veya Hizmet siteleri vasıtasıyla yaşamış olduğu ve karşılaştığı insanlar ile yaşamış olduğu ilişkileri anlatıyor. Artı on sekiz olduğunu bir kez daha anımsatayım.

DIEP 

Yine artı on sekiz sınıfına giren filmlerden bir tanesi diyebilirim, rahatsız edici sahneler yok fakat yine de konu seks ve genç kızlıktan kadınlığa geçiş düşünceleri.

Genç bir kızın gelişim süresinde yaşamak istedikleri, ailenin kendi içindeki kavgası, ayrılıklar ve ayrılan anne ve babanın kendi içlerinde yaşadıkları ilişkiler sırasında kızlarının gelişimini takip edememesi.

Aslında örnek alamayan anne ve baba'nın çocukları üzerindeki etkilerini çok güzel anlatmış, bir ders niteliğinde. Tavsiye ederim.

WOMB 

Deniz Kenarı diye çevrilmiş. Bunda Eva Green oynuyor. Konusu Klonlama. Çok sevdiği çocukluk aşkını yitiren bir kadının onu tekrar elde edebilmek için verdiği uğraş ve sonrası. Açıkçası biraz garip bir film diyeyim, sıkıcı anları da var, heyecanlı anları da. Yine de doğal olmayan yöntemlerin denenmesinin ileride doğurabileceği sonuçlar açısından öğretici bir film de olmuş. Sıkılmadan izleme şansınız pek yok ama hani bu kadar yeter de diyemiyorsunuz.


LAST CIRCUS 

Bir ispanyol filmi. 1937 ler de  İspanya tarihi ile başlayan filmde, sirk ve sirkte çalışanların yaşamları, aşkları ve aşkları uğruna yaşadıkları olayları anlatıyor. Ancak bana göre bir çok saçma sahnesi de var, o yüzden öyle çok ama çok keyifli bir film olduğunu söyleyemeyeceğim.

Yarım bırakmadım tabi ama arada hızlı geçtiğim bir kaç sahnesi oldu. Yine de seyrettiğim diğer filmlere göre fena değildi.


Sevgilerimle,
Haluk
07.08.2011 22:30